Tutunacak bir yerler aranır hızla düşerken; dostlar, idealler, kurallar, ümitler… Düşüşü durdurmak için değil de sonundakinin korkusunu ve yalnızlığını paylaşmak için belki de.Ne durdurabilir ki düşüşü, herşey beraber inerken ya da zaten düşmek için yaratılmışken.
Yoksa düşüşün hızı mı bizi korkutan aslında? Bir andan sonra bize sabit durma hissi veren, sürekli birşeylerin parmaklarımızın arasından kayıp gittiği hissini içimize kazıyan. Bu mu bizi arada yakalayabildiğimiz anlara gereğinden fazla önem vermeye zorlayan acaba, hayatımızı soluk, bölük resimler serisine çevirmeye mahkum eden, hafızamızı değiştiren.
Dehşet hıza rağmen sürenin değişmediğini anlamak mı gözümüzü boyayan? Bu anlayış mı sorularımızı susturup, merakımızı öldürüp bizi küçük anıların içine hapseden? Çaresizlik mi bunun sonucu, yoksa umursamazlık mı? Yoksa çaresizliği de umursamamaya çalışmak mı? Bu da çaresizlik değil de, ne peki?
Düşünce düşüşü durdurabilir ya da yavaşlatabilir mi en azından? Herşeyin yerli yerinde durduğuna inanmak için, ya da bütün bunların aslında bir tırmanış olduğunu sanmak için kaç tane dost lazım, kaç tane ideal, kaç tane kural ya da emir? Çoklukları, sayıları gerçeği değiştirebilir mi ki, yoksa sadece örter mi? Onlara tutunmak neden bu kadar kolay geliyor bize, aslında korkunç bir çaba gerektirirken ve sonunda hayalkırıklığımızı derinleştirmekten başka bir işe yaramazken?
Peki yolun sonunda bu yanılgıyla güşümseyenler mi olsun geride kalan silik resimdekiler, yoksa inişin ironisine gülenler mi?
20 yıl sonra, bir zamanlar kahkahalarımızın çınladığı yerin şimdi virane olmuş, sessiz harabeleri üzerinde gezinirken, aklımda Yeni Türkü'den bir mısra çınlayıp duruyor:
"Dönmek, mümkün mü artık dönmek?"