- Sessizlik.. Sessizlik kolay sağlanmaz. Hele de kafanın içinde. Kafada sessizliği sağlamanın yolu, konuşanları susturmak asla değildir. Konuşanların neden konuştuklarının belirlenip susmaları için isteklerinin karşılanması her ne kadar akla ilk gelen yöntem gibi görünse de, en doğrusu değildir aslında. Çıldırmaya ramak kala hayali bir şalterin indirilmesiyle her şey son bulur. Meselenin kulakları tıkamakla da bir ilgisi yok. Ne zaman ki bir şeyin içinden geçip gitmesine izin verir insan o zaman her şey çok daha kolay olur. Sanki yokmuşlar gibi mesela.
-Mümkün mü?
- Değil mi?
- Değil gibi görünüyor?
- Denedin mi?
- Nasıl yani?
- Denemeye değer görmedin bile. Neden biliyor musun? Çünkü zatında kuvvet ve akıl vehmeden bir sapıksın.
- Ya?
- Bunda senin suçun yok. En azından sapıklığı devam ettirmediğin sürece.
- Ne saçmalayacaksın merak ediyorum.
- İlk seferini tecavüz deyip es geçelim. Ama senin içinde var orospuluk galiba?
- Allahaşkına, küfür etmeyi bırakıp konuşacak mısın?
- Bak. Bir labirentin çıkışına ulaşmak için en kısa yol nedir?
- Labirentine göre değişir.
- Hayır değişmemeli. Herhangi bir labirent için geçerli olan yolu gösteriyorum ben: Bulunduğun yer ile çıkış arasındaki en kısa yol, dümdüz, dosdoğru bir çizgidir, bulunduğun nokta ile çıkış kapısını birleştiren.
- Duvarlar?
- Hangi duvarlar? Duvarların içinden geçeceksin. Daha doğrusu duvarların içinden geçmelerine izin vereceksin. Diğer türlüsü ibnelik gibi geliyor bana. Nefes nefese bir çabadan sonra kapıya varıp yüzünü güneşe verdiğinde ellerinde bir meyve yoksa, orda bir ibnelik olmalıdır.
- Hiç bu kadar çirkin durmamıştı üzerinde küfür.
- Âlâ.. Meseleye ibnelik karıştıran unsur, çıkış kapısının bir ödül olduğu zannıdır, bence.
- Değil mi?
- Neye karşılık?
- Çaba.
- Madem kapı çabana karşılık bir ödüldür. O halde neye karşılık olarak o boktan labirentin izbesinde uyanıyorsun?
- .........
- ???
- Belki ortada bir labirent yoktur da sen kaybolmuşsundur?
- Labirent zaten kaybolmanın kendisidir. Yolsuz labirent var mı? Olmaz. Hiç yol olmasaydı, o zaman çıkmaz olurdu.
- Bak kendin de söylüyorsun. Kaybolmak. Labirent filan yok ortada.
- Kaybolmak varsa labirent de vardır anlamına gelir benim söylediğim şey.
- Bence boşa konuşuyoruz.
- Bence de...
Boşa konuştuğunu anladığın anda hissettiğin şey, bir ergenin mastürbasyon yaptıktan sonraki duyduğu pişmanlığa benzer. Çünkü meselenin bütün gizemi, hadise sırasında şekillenen, var olduğunu sandığın şeylerdir. Oysa hepsi sonuçsuzdur. Net bir çizgi ile ayrışır gerçekle hayal, zatında.
Boşa konuştuğunu anladığın anda üzerinde konuştuğun hiçbir şeyin bir anlamı kalmaz. Bir adım gerindedir hepsi. Tabi sen herhangi bir yol almış değilsindir.
Bütün mesele yürüyedurmaktır. Sükunettir. Huzurdur. Neden biliyor musun? Önümde ardımda sağımda solumda engellerin var olduğunu kabul ettiğimde, kendimi bir sirk hayvanı gibi hissediyorum. Alevli çemberden geçmeye çalışan zavallı bir sirk hayvanı. Ama çemberin birinden geçtikten sonra, tekrar buna zorlanmayacağımın bir garantisi yok. Daha doğrusu, ibne cambazın aynı şeyi tekrar edecek olması ihtimali birde bir. Demek ki..
Demek ki ortada bir engel yok. Çünkü seyirci yok.. Hiçbir zaman da olmayacak. Benim eziyet görmemden mutluluk duyacak bir sefiller sürüsü yoksa, bir tanesinin de durup dururken cambazlığa soyunması gereksizdir.
Söz konusu olan huzurdur. Yürüyedurmaktır. Dayanıklılık ve umursamazlık o kadar baştan çıkarıcı ki, neden olmasın diyorum, neden olmasın?
Aslına bakılırsa yürümenin de bir anlamı yok. Ne tarafa yürürsen yürü, aynı mezara gireceksin çünkü. Yürümesen de aynı mezara gireceksin. Şu anki cümleden bir öncesinde söylediğim şey de yine boşuna konuştuğumu ortaya koyar bir yerde.
Bir daha deniyorum..
"İlim bir nokta idi; onu cahiller çoğalttı" demiş Ali. Bir şeyi açıklamak uğrundaki bütün metaforların mastürbasyondan ibaret olduğunu vurgulamak için yine bir metafora başvurmuş olması, ne Ali'den ne de söylediği şeyin doğruluğundan bir şey eksiltir. Ama yine de, neresinden baksam bu sözün uyruğu şarkta çıkar. Benim doğduğum yerden.
İlk mumu şarkta yaktım ben. Nedirden önce nasıldır diye sordum. Şöyledir dediler. Yine onun içinde de bir yığın anlamadığım şey oldu? Onları da hep nasıldır diye sordum. Onu da anlattılar. Ama gün geldi, elimde ne olduklarını hiç bilmediğim şeylerin nasıl olduklarının bilgisiyle yolumu kaybetmiş buldum kendimi. Yürüdüğüm yollardan, tekrar tekrar geçtiğim için de ayak izlerimi karıştırdım. Hepten yalama oldum.
Her ne kadar genellemelerin doğruluğu tartışılır olsa da, evet bu genellemeyi yapmaktan tarifi zor bir haz duyuyorum: Herhangi bir doğulu gibi, aczimin katlanmasına düpediz şahit olup, katmer katmer aczimle başbaşa kaldığım için, müşkülümü halledecek bir çift hikmetli söz bekler vaziyette buldum kendimi. O aradığım bir çift söz benim sorduğum en üst düzey (ultimate) sorunun cevabı olmakla müşerref. Gelgelelim o şereften benim nasiplenmem söz konusu bile olamaz. Zira burada hiçbir şeyde bana özel bir durum yok. Soru sabit, cevap sabit ve herkesin aynı soruyu sorması da a priori zaruri. Peki cevap almak bir şeref getirmez mi? Getirmez. Zira cevap da zaruri. Çünkü her insan ölür. Sorunun cevabı ölümde gizlidir. Ölüm bir açılış, bir sıçramadır. Amiyane tabirle, hadisenin koptuğu andır. Saf gerçekle yüzyüze gelmektir. Ölmeden bilemezsin.
O zaman yine mi gümledi elimde? Ne önemi var? Laflıyoruz şurda.
Devam edelim.
O zaman mevzu nedir? Mevzu, iki dünya arasında bir mustarip olmak. Akıl ile gönül arasında, dünya ile ahiret arasında, doğu ile batı arasında (bundan aslında ne kastettiğimin anlaşılıp anlaşılmaması şu an için hiç umurumda değil) , geçmiş ile gelecek arasında, isyan ile inkıyad arasında, durmak ile gitmek arasında, bilgelik ile cehalet arasında, iman ile inkar arasında ve hatta susmak ile konuşmak arasında. Ne birine ne öbürüne tabi olamamanın getirdiği bocalamadır mevzu. Kaba tabirle münafıklık. Ve bir münafıkın kalbi hiç ama hiçbir zaman huzur ve sükunet bulmaz.
Aklî olgunluğun tarifi, karar vermek ve verilen kararın getirdiklerinin (consequences) göğüslenebilmesinde bulur kendini. Karar verememek de sonuçlarını göğüsleyememek de karar verip sonuçlarını beklememek de verdiğin karardan emin olamamak da; hepsi acziyete varır. Bunların içinde en aşağılık olanını, verilen karara uygun davranmamak olarak belirliyorum. Zira, bu karaktersizlik göstergesidir. Omurgasızlıktır. Ve bir toprak solucanı daima sürünür.
Ölümcül bir sapkınlık bu yaptığım. Çünkü her defasında bir kasırga ortasında kaybolmuş biçimde buluyorum kendimi ve bu can yakıcı alemden terhisimi istiyorum. Söylediklerimin hangisini aklım başımdayken söyledim, hangisinden sonra saçmalamaya karar verdim ayırdedemiyorum. Söylediklerimden hiçbirinin, beni faili bulunduğum vahşetten alıkoyamadığını görmekse, içimde histerik bir çıldırma isteğinin alevlenmesine yol açıyor. Böyle zamanlarda kafamı kollarımın arasına sıkıştırıp, dizlerimi karnıma çekiyorum ve fırtınanın dinmesini bekliyorum. Zannedilir ki bu en kolayıdır. Ama ben bu zannı ve bu zannın sahiplerini apaçık tahkir ediyorum şu anda. Çünkü çaresizliği, "katlanılması en zor olanı" olarak tanımlıyorum.
Bugün kafamı kollarımın arasına alıp beklemiyorum. Bugün cür'etimin sınırlarındaki tel örgülere kan revan içinde saldırıyorum. Bugün korkularıma meydan okuyup kurşunlar yağdırıyorum etrafıma. Sözümü sakınmaktan vazgeçiyorum. Kurusıkı da olsa umursamıyorum. Bugün tüm beyhudeliklere kucak açıyorum. Düpedüz isyan ediyorum bugün uzlaşının ve centilmenliğin getirdiği tüm sınırlara. Yaşasın! Çıldırıyorum!
İçimden kahkahalarla gülüyorum oynadığımız tüm oyunlara. Bugün ellerimle kana bulayacağım, kendimi neresine monte edeceğimi bulamadığım insan uygarlığını. Bugün zehir katıyorum insan uygarlığının şerbetli aşına. Kim öle kim kala; yaşasın curcuna!
Bugün binyıllardır tekrar edilmekten yer yapmış bir yanlışı tekrar düzeltiyorum. Ve ilimlerin bir olduğu gerçeğini ilan ediyorum. Dinî ilim, fennî ilim, aklî ilim vs; hepsini aynı potada tekrar eritip karıştırıyorum. Yeni bir isim de icat etmiyorum. "İlim". Bu kadar. Bu gerçeğin ilanı ile, varlığın bir bütün olduğunu da ilan ediyorum. Yeni bir şey yapmıyorum. Evvelkilerden de bunu yapanlar oldu. Aynı gerçeği hakk'al yakîn görüyorum ve varlığımın bölünmüşlüğünü tarihe karıştırıyorum. Hakk'al yakîn görüyorum; çünkü, herhangi bir bölünmüşlük ölesiye ıstıraba garkediyor beni.
Bugün, binbir zahmetle ayıkladığınız bütün gerçekleri pattadak birbirine karıştırıyorum tekrar. Keza yalanları da. Zira gerçeğin yanında yalan yok olmaya mahkumdur. Hakk ile batılı savaştırmıyorum, batılı hakkın dibine getiriyorum, ve böylelikle batıl naçar zail olup gidiyor.
An itibariyle tüm sorunları sorun olmaktan çıkarıyorum. Her şey ayan beyan ortada artık.
İnsanlığın temel hatasını sorun çözmeye programlanmış gibi davranması olarak belirliyorum. İnsan buna bayılır çünkü. Çünkü yine insanlığın sorgusuzca kabul ettiği tarife göre, sorun çözmek bilgi ve kudret gerektirir, ki bu aslında hakikattir. Ve insan hep kendisinde bir bilgi ve kudret vehmeder. Ve öte yandan insan, aslında sorun çıkaran bir şeydir. Sorun çözmek konusundaki vehmini, bilgi ve kudret konusundaki vehmiyle birleştiren insan, sonuç olarak kendi kurguladığı bir puta perestişle perçinler cehaletini. Ve cehaletinin farkında olmayan bir cahil, hiçbir şey yapmasa bile, temel bir farkındalıktan kendisini mahrum bırakmak suretiyle zulüm işler. İlksel olarak kendisine ettiği zulüm vicdanını körleştirir ve insan o saatten sonra zulmünün ulaştığı menzil nispetinde aşağılıklaşmaya başlar. Yeryüzünde fesat çıkarmak ve kan dökmek suretiyle esfel-i sâfilîn dediğimiz, aşağılıkların en aşağılığı oluverir. Evet, aynen öyle; yeryüzünde fesat çıkarmanın ve kan dökmenin, o menzilin sonlarına yakın bir yerde olduğunu söylüyorum.
Kudretimden ve bilgimden vazgeçip ne türlü olursa olsun, herhangi bir sorunu çözmekten azad ediyorum kendimi. Herhangi bir soru'nun muhatabı olmadığımı haykırıyorum. Affan Dede'yi de dolandırıyorum bugün. Çalıyorum ondan. Çaldığımı da yırtıp atıyorum havaya; çocukluğumdan konfetiler yapıp savuruyorum bu yangın dolu isyanıma. Saymıyorum da para mara. Zavallı ihtiyarı şoke edip, yangınlar çıkarmak üzere sallıyorum sağa sola isyan dolu kuduz ateşimi.
Yaşasın çıldırıyorum! Kim öle kim kala; yaşasın curcuna!
-Mümkün mü?
- Değil mi?
- Değil gibi görünüyor?
- Denedin mi?
- Nasıl yani?
- Denemeye değer görmedin bile. Neden biliyor musun? Çünkü zatında kuvvet ve akıl vehmeden bir sapıksın.
- Ya?
- Bunda senin suçun yok. En azından sapıklığı devam ettirmediğin sürece.
- Ne saçmalayacaksın merak ediyorum.
- İlk seferini tecavüz deyip es geçelim. Ama senin içinde var orospuluk galiba?
- Allahaşkına, küfür etmeyi bırakıp konuşacak mısın?
- Bak. Bir labirentin çıkışına ulaşmak için en kısa yol nedir?
- Labirentine göre değişir.
- Hayır değişmemeli. Herhangi bir labirent için geçerli olan yolu gösteriyorum ben: Bulunduğun yer ile çıkış arasındaki en kısa yol, dümdüz, dosdoğru bir çizgidir, bulunduğun nokta ile çıkış kapısını birleştiren.
- Duvarlar?
- Hangi duvarlar? Duvarların içinden geçeceksin. Daha doğrusu duvarların içinden geçmelerine izin vereceksin. Diğer türlüsü ibnelik gibi geliyor bana. Nefes nefese bir çabadan sonra kapıya varıp yüzünü güneşe verdiğinde ellerinde bir meyve yoksa, orda bir ibnelik olmalıdır.
- Hiç bu kadar çirkin durmamıştı üzerinde küfür.
- Âlâ.. Meseleye ibnelik karıştıran unsur, çıkış kapısının bir ödül olduğu zannıdır, bence.
- Değil mi?
- Neye karşılık?
- Çaba.
- Madem kapı çabana karşılık bir ödüldür. O halde neye karşılık olarak o boktan labirentin izbesinde uyanıyorsun?
- .........
- ???
- Belki ortada bir labirent yoktur da sen kaybolmuşsundur?
- Labirent zaten kaybolmanın kendisidir. Yolsuz labirent var mı? Olmaz. Hiç yol olmasaydı, o zaman çıkmaz olurdu.
- Bak kendin de söylüyorsun. Kaybolmak. Labirent filan yok ortada.
- Kaybolmak varsa labirent de vardır anlamına gelir benim söylediğim şey.
- Bence boşa konuşuyoruz.
- Bence de...
Boşa konuştuğunu anladığın anda hissettiğin şey, bir ergenin mastürbasyon yaptıktan sonraki duyduğu pişmanlığa benzer. Çünkü meselenin bütün gizemi, hadise sırasında şekillenen, var olduğunu sandığın şeylerdir. Oysa hepsi sonuçsuzdur. Net bir çizgi ile ayrışır gerçekle hayal, zatında.
Boşa konuştuğunu anladığın anda üzerinde konuştuğun hiçbir şeyin bir anlamı kalmaz. Bir adım gerindedir hepsi. Tabi sen herhangi bir yol almış değilsindir.
Bütün mesele yürüyedurmaktır. Sükunettir. Huzurdur. Neden biliyor musun? Önümde ardımda sağımda solumda engellerin var olduğunu kabul ettiğimde, kendimi bir sirk hayvanı gibi hissediyorum. Alevli çemberden geçmeye çalışan zavallı bir sirk hayvanı. Ama çemberin birinden geçtikten sonra, tekrar buna zorlanmayacağımın bir garantisi yok. Daha doğrusu, ibne cambazın aynı şeyi tekrar edecek olması ihtimali birde bir. Demek ki..
Demek ki ortada bir engel yok. Çünkü seyirci yok.. Hiçbir zaman da olmayacak. Benim eziyet görmemden mutluluk duyacak bir sefiller sürüsü yoksa, bir tanesinin de durup dururken cambazlığa soyunması gereksizdir.
Söz konusu olan huzurdur. Yürüyedurmaktır. Dayanıklılık ve umursamazlık o kadar baştan çıkarıcı ki, neden olmasın diyorum, neden olmasın?
Aslına bakılırsa yürümenin de bir anlamı yok. Ne tarafa yürürsen yürü, aynı mezara gireceksin çünkü. Yürümesen de aynı mezara gireceksin. Şu anki cümleden bir öncesinde söylediğim şey de yine boşuna konuştuğumu ortaya koyar bir yerde.
Bir daha deniyorum..
"İlim bir nokta idi; onu cahiller çoğalttı" demiş Ali. Bir şeyi açıklamak uğrundaki bütün metaforların mastürbasyondan ibaret olduğunu vurgulamak için yine bir metafora başvurmuş olması, ne Ali'den ne de söylediği şeyin doğruluğundan bir şey eksiltir. Ama yine de, neresinden baksam bu sözün uyruğu şarkta çıkar. Benim doğduğum yerden.
İlk mumu şarkta yaktım ben. Nedirden önce nasıldır diye sordum. Şöyledir dediler. Yine onun içinde de bir yığın anlamadığım şey oldu? Onları da hep nasıldır diye sordum. Onu da anlattılar. Ama gün geldi, elimde ne olduklarını hiç bilmediğim şeylerin nasıl olduklarının bilgisiyle yolumu kaybetmiş buldum kendimi. Yürüdüğüm yollardan, tekrar tekrar geçtiğim için de ayak izlerimi karıştırdım. Hepten yalama oldum.
Her ne kadar genellemelerin doğruluğu tartışılır olsa da, evet bu genellemeyi yapmaktan tarifi zor bir haz duyuyorum: Herhangi bir doğulu gibi, aczimin katlanmasına düpediz şahit olup, katmer katmer aczimle başbaşa kaldığım için, müşkülümü halledecek bir çift hikmetli söz bekler vaziyette buldum kendimi. O aradığım bir çift söz benim sorduğum en üst düzey (ultimate) sorunun cevabı olmakla müşerref. Gelgelelim o şereften benim nasiplenmem söz konusu bile olamaz. Zira burada hiçbir şeyde bana özel bir durum yok. Soru sabit, cevap sabit ve herkesin aynı soruyu sorması da a priori zaruri. Peki cevap almak bir şeref getirmez mi? Getirmez. Zira cevap da zaruri. Çünkü her insan ölür. Sorunun cevabı ölümde gizlidir. Ölüm bir açılış, bir sıçramadır. Amiyane tabirle, hadisenin koptuğu andır. Saf gerçekle yüzyüze gelmektir. Ölmeden bilemezsin.
O zaman yine mi gümledi elimde? Ne önemi var? Laflıyoruz şurda.
Devam edelim.
O zaman mevzu nedir? Mevzu, iki dünya arasında bir mustarip olmak. Akıl ile gönül arasında, dünya ile ahiret arasında, doğu ile batı arasında (bundan aslında ne kastettiğimin anlaşılıp anlaşılmaması şu an için hiç umurumda değil) , geçmiş ile gelecek arasında, isyan ile inkıyad arasında, durmak ile gitmek arasında, bilgelik ile cehalet arasında, iman ile inkar arasında ve hatta susmak ile konuşmak arasında. Ne birine ne öbürüne tabi olamamanın getirdiği bocalamadır mevzu. Kaba tabirle münafıklık. Ve bir münafıkın kalbi hiç ama hiçbir zaman huzur ve sükunet bulmaz.
Aklî olgunluğun tarifi, karar vermek ve verilen kararın getirdiklerinin (consequences) göğüslenebilmesinde bulur kendini. Karar verememek de sonuçlarını göğüsleyememek de karar verip sonuçlarını beklememek de verdiğin karardan emin olamamak da; hepsi acziyete varır. Bunların içinde en aşağılık olanını, verilen karara uygun davranmamak olarak belirliyorum. Zira, bu karaktersizlik göstergesidir. Omurgasızlıktır. Ve bir toprak solucanı daima sürünür.
Ölümcül bir sapkınlık bu yaptığım. Çünkü her defasında bir kasırga ortasında kaybolmuş biçimde buluyorum kendimi ve bu can yakıcı alemden terhisimi istiyorum. Söylediklerimin hangisini aklım başımdayken söyledim, hangisinden sonra saçmalamaya karar verdim ayırdedemiyorum. Söylediklerimden hiçbirinin, beni faili bulunduğum vahşetten alıkoyamadığını görmekse, içimde histerik bir çıldırma isteğinin alevlenmesine yol açıyor. Böyle zamanlarda kafamı kollarımın arasına sıkıştırıp, dizlerimi karnıma çekiyorum ve fırtınanın dinmesini bekliyorum. Zannedilir ki bu en kolayıdır. Ama ben bu zannı ve bu zannın sahiplerini apaçık tahkir ediyorum şu anda. Çünkü çaresizliği, "katlanılması en zor olanı" olarak tanımlıyorum.
Bugün kafamı kollarımın arasına alıp beklemiyorum. Bugün cür'etimin sınırlarındaki tel örgülere kan revan içinde saldırıyorum. Bugün korkularıma meydan okuyup kurşunlar yağdırıyorum etrafıma. Sözümü sakınmaktan vazgeçiyorum. Kurusıkı da olsa umursamıyorum. Bugün tüm beyhudeliklere kucak açıyorum. Düpedüz isyan ediyorum bugün uzlaşının ve centilmenliğin getirdiği tüm sınırlara. Yaşasın! Çıldırıyorum!
İçimden kahkahalarla gülüyorum oynadığımız tüm oyunlara. Bugün ellerimle kana bulayacağım, kendimi neresine monte edeceğimi bulamadığım insan uygarlığını. Bugün zehir katıyorum insan uygarlığının şerbetli aşına. Kim öle kim kala; yaşasın curcuna!
Bugün binyıllardır tekrar edilmekten yer yapmış bir yanlışı tekrar düzeltiyorum. Ve ilimlerin bir olduğu gerçeğini ilan ediyorum. Dinî ilim, fennî ilim, aklî ilim vs; hepsini aynı potada tekrar eritip karıştırıyorum. Yeni bir isim de icat etmiyorum. "İlim". Bu kadar. Bu gerçeğin ilanı ile, varlığın bir bütün olduğunu da ilan ediyorum. Yeni bir şey yapmıyorum. Evvelkilerden de bunu yapanlar oldu. Aynı gerçeği hakk'al yakîn görüyorum ve varlığımın bölünmüşlüğünü tarihe karıştırıyorum. Hakk'al yakîn görüyorum; çünkü, herhangi bir bölünmüşlük ölesiye ıstıraba garkediyor beni.
Bugün, binbir zahmetle ayıkladığınız bütün gerçekleri pattadak birbirine karıştırıyorum tekrar. Keza yalanları da. Zira gerçeğin yanında yalan yok olmaya mahkumdur. Hakk ile batılı savaştırmıyorum, batılı hakkın dibine getiriyorum, ve böylelikle batıl naçar zail olup gidiyor.
An itibariyle tüm sorunları sorun olmaktan çıkarıyorum. Her şey ayan beyan ortada artık.
İnsanlığın temel hatasını sorun çözmeye programlanmış gibi davranması olarak belirliyorum. İnsan buna bayılır çünkü. Çünkü yine insanlığın sorgusuzca kabul ettiği tarife göre, sorun çözmek bilgi ve kudret gerektirir, ki bu aslında hakikattir. Ve insan hep kendisinde bir bilgi ve kudret vehmeder. Ve öte yandan insan, aslında sorun çıkaran bir şeydir. Sorun çözmek konusundaki vehmini, bilgi ve kudret konusundaki vehmiyle birleştiren insan, sonuç olarak kendi kurguladığı bir puta perestişle perçinler cehaletini. Ve cehaletinin farkında olmayan bir cahil, hiçbir şey yapmasa bile, temel bir farkındalıktan kendisini mahrum bırakmak suretiyle zulüm işler. İlksel olarak kendisine ettiği zulüm vicdanını körleştirir ve insan o saatten sonra zulmünün ulaştığı menzil nispetinde aşağılıklaşmaya başlar. Yeryüzünde fesat çıkarmak ve kan dökmek suretiyle esfel-i sâfilîn dediğimiz, aşağılıkların en aşağılığı oluverir. Evet, aynen öyle; yeryüzünde fesat çıkarmanın ve kan dökmenin, o menzilin sonlarına yakın bir yerde olduğunu söylüyorum.
Kudretimden ve bilgimden vazgeçip ne türlü olursa olsun, herhangi bir sorunu çözmekten azad ediyorum kendimi. Herhangi bir soru'nun muhatabı olmadığımı haykırıyorum. Affan Dede'yi de dolandırıyorum bugün. Çalıyorum ondan. Çaldığımı da yırtıp atıyorum havaya; çocukluğumdan konfetiler yapıp savuruyorum bu yangın dolu isyanıma. Saymıyorum da para mara. Zavallı ihtiyarı şoke edip, yangınlar çıkarmak üzere sallıyorum sağa sola isyan dolu kuduz ateşimi.
Yaşasın çıldırıyorum! Kim öle kim kala; yaşasın curcuna!
1 yorum:
Bir şiir okudum saydım az evvel ve kıskançlığım büyüyor, kıskançlık mı dedim, acizlikti kastettiğim, imrenme bir de, kızgınlık mı haşa, keşke görüşsek kardeşim, keşke, bunca güzel şeyi bunca güzel nasıl anlatır insan, keşke görüşsek, hatta arasam şimdi seni evet arasam...
Yorum Gönder