Çarşamba, Aralık 16, 2009

Dünlük' ün Ölümü

"Dünlük ölmüş. Yaşıyor muydu?" diye bir giriş yaparak, kimden aldığımı sadece okumuş olanların belki hatırlayacağı bir günlükten bir parçanın ilk cümlesine atıf yapar gibi görünsem de benim sözüm dünlüğe matuftur; hatta kim bilir, belki de Dünlük'e. Eylül 2007' den beri kendini bir mezar ziyaretçisi gibi hissetmek buruk bir his bağışlıyor insana.
Düne dair düşülen ilk notun tarihi Mayıs 2004'ü gösteriyor. Üç yıllık bir sürenin ardından kimsenin ayak izleri görünmüyor. Kim bilir belki kimsenin düne dair söyleyeceği bir şey kalmamış, belki gün o kadar yoğunlaşmış ki düne ayıracak zaman kalmamış, belki yazarlar ustalık belgelerini aldıktan sonra kendi dükkanlarını açmışlardır; hatta belki de birileri birilerine kızmış da olabilir gönlüne yasladığı dünlüğün yabancılaştığını hissedip. Her şey olabilir.
İki yıldır bu koridorlarda gezerken ayak seslerim yankılandı. Hiç ses sada yok. Kapılar kapalı. Belki odaların sahipleri başka bir yere taşınmış. Belki de içerden kilitlemiş kapılarını da evde yokmuş gibi davranıyorlardır. Bilinmez.
Kendi dükkanında oturmak ayrı bir güzellik. Ama hiç anlamadım, yine bir zamanlar kendilerinin olan dükkanı ziyaret etmeyenler, etmiş olsa da en azından "Geldim, kimse yoktu. Sevgilerimle..." gibi bir not dahi bırakmadıklarında; nasıl devam ederler beklemeye yine kendilerinin olan, ama bu kez tek sakininin kendileri olduğu dükkanda sebatlı ziyaretçileri. Anlamaya lüzum da yok.
Satılığa çıksa Dünlük, talibi çok olur. Çünkü manzarası güzel. Düne bakıyor. Bitmiş olana, hesabı görülmüş olana, başı sonu belirlenmiş olana, insana tedirginlik vermeyene, en güzeli de hiç silinmeyecek olana bakıyor ön cephesi. Hoş Dünlük tek cepheli. Gün döndüğünde güneş alıyor ancak odalar. Ama ziyanı yok; çünkü ancak gün döndükten sonra geliyor gelenler. Hüzün verici olansa şu ki Eşref Çelebi tek başına seyrediyor günbatımını iki yıldan fazladır. Gidemiyor, çünkü kendisi gidince başkasının gelmeyebileceğinden korkuyor. Çünkü inanıyor ki bir kişi bile seyrediyor olsa, yarın yine dün gelecektir; aksi takdirde vazgeçebilir, vazgeçecektir de. Oysa dün olmayınca günün kıymet-i harbiyesi nedir ki?
Dünlük kızmaz. Dünlük küsmez de. Dünlük duymaz. Konuşmaz da. Sadece bağrına basar, saklar kendisine emanet edileni sessizce. Görmesi istenenlere gösterir. Başka da bir meziyeti yoktur. Ama o meziyete sahip başka kimse de yoktur.
Bugün akim durumda Dünlük. Yazık oluyor Dünlük Efendi'ye.
Dünlük vefa beklemiyor. Veda da beklememişti zaten. Ama kimse seyretmezse dün kararlı yarın gelmemeye...

Pazartesi, Aralık 14, 2009

Geçmiş, asla silinmez

Böyle söylemiş büyükler.. Böyle söylemiş Konfüçyüs de. Geçmiş, asla silinmez. Yaptığı veya yapmadığı her şey ama her şey, iyilik olsun kötülük olsun farketmez, bir gün dikiliverir karşısına. Dikilmese de olur. Gerçek orda öylece durmaktadır ve insanın onu değiştirmek için yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Kar yağar, yeryüzü güzelleşir. Ama yeryüzü, sinesinde işlenmiş onca kötülüğü koyacak bir yer bulamaz; ve kötülük kalır orada öylece.
Geçmiş silinmez. Böyle emretmiştir Yaradan. Böylece insanı kıskıvrak yakalamıştır. Her gün; her sabah ve her gece, insan yaptığı ve yapmadığı şeylerden dolayı vicdanını teskin etmek için izahlar bulmaya çalışır. Bazen işe yarar ama çoğu zaman bir sonraki, bir sonraki gün, derken yıllar belki de bir ömür boyunca sürer gider bu çaba. Ta ki nefesi tükeninceye kadar. Bazen insan vazgeçer. Kabullenir. Tüm izahların yersiz ve yetersiz kaldığı günler olur. O gün insan kendisi için affedilmekten yahut hoşgörülmekten başka bir yol bulamaz. Bazı günler üçüncü bir yol görünür. Horgörülmeye de razıdır. Ancak, herkes affetse kendi affedemez, herkes hoşgörse kendi hoşgöremez, hatta herkes horgörse kendi horgöremez kendini insan. Ama hiçbir şey, ne af ne hoşgörü ne de horgörü geçmişi silmez. Ne türlü bedel ödenirse ödensin böyledir bu.
"Bundan sonra iyi olmak" ya da "Bundan sonra dikkatli olmak" hiçbir şeyin çaresi değildir. İnsan nefsiyle maluldür. Ve insan vicdanı ile mahkumdur. Bir inatçı yılan gibi dolanır boynuna vicdan. Nefes aldırmaz.
Geçmiştir insanın yüzünü yere yıkan. Değiştiremeyeceği şeyler. Tamir edemeyeceği şeyler. Hiç olmamış gibi yapamayacağı şeyler. İyiliğin kötülükleri giderdiğini, silip süpürdüğünü söylediler. Ama bu da değiştirmeyecek gerçeği. Masun olmak başka şey, masum olmak başka şey, berat etmek başka şey.
İnsan böyle böyle kahrolur her gün ve her gece. Bazı günler yok olmayı diler. Hiç varolmamış olmayı diler. Bazı günler sızıldanır, mırıldanır Ömer misali: "Keşke," der, "keşke, anam beni doğurmayaydı da yol kenarında bir taş olaydım!"
Ve insan vicdanıyla boğuşurken ki herkes inadına masum gözükür kendisi dışında.
Ama yine de yapacak bir şey yoktur. Hiç olmayacaktır da.
Ve insan ne yaparsa yapsın, yaptığı ve yapmadığı her şey yıllar evvel çıkıp batmış bir ergenlik sivilcesi gibi suratında birer yara, birer çukur, birer delik olarak kalacaktır.

Pazar, Kasım 15, 2009

Jurnal'den

"
.....
Avrupa insanı Doğu'yu tanımaz. Avrupa insanı kalabalıktır. İslâm'la Hıristiyan, Haçlı Seferlerinden beri tez'le antitezdir. Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak Batı insanının gözünde Haçlı Seferlerinin yalınkılıç ve tekbir getiren cündileriyiz. Avrupa'nın bir nevi tezadı idik. Yani kıtayı tamamlıyorduk. Şimdi maymunuyuz. Yani hiçbir haysiyeti, hiçbir hikmet-i vücudu olmayan ananesiz, haysiyetsiz, sırnaşık gölgesi. Avrupa, materyalizmine rağmen Hıristiyandır. Hıristiyanlık Doğu ismi anılır anılmaz şahlanıverir. İşçisi de, Marksisti de, Hıristiyandır hep Avrupalının. Durup dururken Hıristiyan değildir belki. Ama Hıristiyan bir devletle Müslüman bir devlet arasında bir tercih yapmak gerekince saf kan Hıristiyandır. Biz Müslüman olduğundan, Türk olduğundan utanan, aczinden tarihinden, dilinden utanan şuursuz bir yığın haline geldik. Nermi Uygur, Ortaçağ felsefesi okutur, İbni Rüşd'ün adını anmaz. Berke, edebiyat tarihi yazar, Endülüs şiirinden habersizdir. Kendi kendine kazık atan, efendilerimiz gücenmesin diye hazinelerini gübre ile kamufle eden bir entelijansiya. Sonra Kıbrıs dâvâsında Batı insanının bizi destekleyeceğini düşünmek gibi sazan balıklarını kahkahadan çatlatacak bir hamakat."


"Bütün Kur'an'ları Yaksak..." 6.5.1965, Cemil Meriç, Jurnal, Cilt 1, İletişim Yayınları, sayfa 383-385. 2001 İstanbul

Pazartesi, Eylül 14, 2009

Mülahaza, Tereddüt ve Hızır

Dere ne kadar hızlı akarsa, o kadar hızlı yavaşlar.. Hatta daha ziyâde keskin sirke küpüne zarar.. Ama zaman akıp gider bir yandan, hiç de yavaşlamaz. Bütün âsi yanları, her türlü haykırışı eriten, törpüleyen, sindiren, yok eden bir nehir zaman. El mi yaman, bey mi yaman? Hep el yaman olagelmiş ama. Beyler ziyân olup gitmişler.. El hep olduğu yerde, sabit; ama ne beyler harcandı bu meydanda.
Mesuliyetin yücelten kısmı müstesna - hakikatse bu, ne âlâ; şimdiye dek pek mazhar olamadık o sırra - ama, bir de kahreden yanı var. Yok mu? Kim yok diyebilir? Korkuyla panik arası bir kasırganın hemen ardından gelen enkaz gibi çöker yılgınlık omuzlara. O anda insan kendine bir yardımcı da bulamaz. Bulur mu? Kim bulabilmiş? Teselli başka şey; yardım başka şey..
İnsan yenilgiyi bir defa kabul eder. Ondan sonra fikri dahi sorulmaz. Yeniktir zaten. Hep kaybedeceksen niye tutarsın ki kartları elinde? Gün olur devran döner, derler. Döner mi? Hiçbir oyunda kazanmayacak eller de yok mu? Ya el, o else? Oyun mu türetmeli yoksa?
Âsım'ın neslini arıyorum. Olmazları olduran Hakk, onun elini vesile kılmış nice mucizelere. Âsım'ın neslini arıyorum; bilen, gören, duyan var mı diye de sormuyorum ama.
O zaman el kesilsin, bıçak düşsün, kan damlasın.. Yıldız batsın, ay batsın, güneş batsın, put yıkılsın, ateş harlansın, çember kurulsun ve.. Ve İbrahim anılsın; anılsın ki nefes alınsın. Cana can katılsın; kırılsın vebalı ellerin savleti, payidâr olsun gece uyanık kalanların devleti.

Pazartesi, Ağustos 03, 2009

Denizdeki Şişe

Kelimeler…
Ceplerinde veballeriyle beraber gelir dilime
Ve aleyhimde delildir tüm adımlarım
Ve tüm aşklar, hevesler, ukdeler,
Ve gönülden geçenler
Madem ki ölüm karşısında yerle birdir;
Öyleyse olacağına varsın hepsi.
Mümkün olsaydı sözlerin vebalini mürekkeple kağıda yıkmak
Ve iblisin üstüne atmak işlediğim her suçu;
Ve diyebilseydim ki ben gitmedim
Yer kaydı ayaklarımın altından,
Bütün bir insanlık temize çıkardı.
Ve cehennemde yer kalmazdı kimseye yalanımdan.
Ama koynumda ölümle uyurum ben,
Ve sırtıma gömlek diye giyerim gündüzün.
Ne dizlerimde dermandan eser
Ne de gözlerimde bir damla fer…
Yaprakları dururken omzumda güzün,
Bahara methiyeler düzmek gelmiyor elimden.
Özür dilesem gözlerimden,
Haklarını helal etseler gördüklerini unutup,
Ellerim titremese sonra ve
Tazelense eskimiş vücudum.
Çok sözler okudum, dinledim, duydum.
Sayıkladım hepsini, kayıtlarını tutup.
Suyun, ekmeğin, ateşin ve toprağın
Haklarına girdim geceleyin.
Mescitlerde her Cuma vebalar yaydım.
Sonra kanıma giren kızları saydım,
Ve emrettim: Adlarını heceleyin!
Suyun, ekmeğin, ateşin ve toprağın.
Ama kabir karanlıktır, mezarlık soğuk,
İstersen fısılda, istersen yırtın;
“Ölüm” derken sesin ne yapsan boğuk.
Kandilleri söndürdüm mübarek gecelerde
Bütün şehirleri ev ev dolaşıp,
Pencerelerinden girip, kapılarından sıvışıp.
Mü’minlerin kanlarına girdim.
Oğulları ve kızları zehirledim
Ve anaları ve babaları ağlatıp
İftar aşlarına ağular kattım.
Kan döktüm mübarek gecelerde.
Oysa temizlenecektim ben,
Çağlayanlarda yıkanacak, gül ve amber kokacaktım
Ama kelimeler veballeriyle geldiler hep.
Dinlediğim suçlara ortak oldum,
Günahları günahlara sarıp
Katran karası ve gözyaşıyla yoğurdum.
Bire beş baldıranlı suda kaynattım iyicene,
Cuma cemaatlerine dağıttım şifâ niyetine.
Böyle olsun istemezdim,
Çağlayanlarda yıkanıp, gül ve amber kokacaktım.
Her hayali bir gerçeğe nişanlayacaktım;
Er geç düğün olacak,
Ve hem gidecek hem ağlayacaktım.
Ama kelimeler…
Kelimeler,
Ceplerinde veballeriyle geliyorlar hep.
Siz kaçın, uzaklaşın.
Ben onları oyalarım,
Ne kadar dayanırım bilmem ama.
Nasıl olsa ölüm var.
Ve madem ki ölüm karşısında yerle birdir cümlesi,
Öyleyse olacağına varsın hepsi…

Perşembe, Haziran 25, 2009

Gece, Gündüz ve Bir Zevk-i Fâni

Asım konuşur hep. Sadece konuşur Asım. Elinden bir iş geldiği de yoktur; zaten biraz da bu yüzden çok konuşur. Aradım, taradım. Düşündüm, tarttım. Öyle üstünkörü de değil. İyice kurcaladım. Bir dikili taşını bulamadım. Bir dikili ağacı yoktur yeryüzünde. Ama konuşur o, sürekli konuşur. Ara sıra canı sıkılır, tutar bana da söver. Burnu beş metre havada bu adamın sanki çenesinin altında bir kazık vardır. Kimseleri de beğenmez. Zaten her şeyi kendisi bilmektedir zira.
Sorarım sana, Asım, güya bize katılmadın, güya bizden olmadın; söyle madem bana, dışımızda da kalabildin mi? Eğme başını yere. Şunu yaptım, de bana. Diyemezsin. Çünkü sen hep konuştun. Hep kafa şişirdin, Asım. Destanlar düzdün yaşanmamış şeylere. Yapmadığımız her şeyden sorumlu tuttun bizi. Ama sen de yapmadın, Asım. Dilin her bir yere döner senin. Yalan söylemezsin belki, ama söylediklerinin gerçekte karşılığı da yoktur. Dokunmadık biz sana, elini tutmadık, ayağını bağlamadık, sana yol verdik, sebep verdik. Sen ne yaptın? Konuştun. Hep konuştun.
Bizim zehrimiz sen istemedikçe sana bulaşmazdı, Asım. Sen geldin bize. İstedin o zehirden. Oturup da beklemedin can şerbetinden. Can şerbeti senin için akmaya başladığı her defasında sen çoktan usanıp beklemekten, gelmiştin bizim kapımıza. Toprak sana ruhunu her sunduğunda sen bizim meşk ü muhabbetimizde idin. Biz senden beriyiz, Asım. Ne ettinse kendin ettin.
Kıskanma bizi, Asım. Senden iyiyiz diye bizi kıskanma. Sen bizden yüz çevirdin, ama diğerine de yüz sürmedin. Bir gün kendi dinine inandın, bir gün bizimkine. Sen iki arada bir derede kalmışsın. Ne bizden oldun ne diğerinden. Kaypaksın sen, Asım, kusura bakma, ama hakikat budur.
Biz bir şeye hakikat dedik, ama onu hep hakikat bildik. Sen yalan yaşadın, Asım. Sen "benim hakikatim" dediğin hiçbir şey için bekçilik etmedin. İlk fırsatta elindekine ihanet ettin. Ve hep geç kaldın, Asım. Kapımıza geldiğinde biz vazgeçmiş oluyorduk her seferinde, ve sen yine ellerin bomboş kalıyordun öylece. Sana verdiğimizi bin tereddütten sonra atıp ötekine koştuğunda ise beklenmekten usanılmış oluyordun orda da.
Sözlerini borç aldın, Asım. Aşklarını ve hakikatlerini de. Öfkeni, bilgini ve hatta bilmediklerini de borç aldın sen. Hepsini çarçur ettin. Biz senden beriyiz, Asım.
Kudurgan köpekler gibi saldırmayız biz kimseye, Asım. Elimizdeki seni baştan çıkardı. Ulaşamadın kudurdun. Verdiğimizi beğenmedin, veremeyeceklerimize koştun; ama onu da alamadın. Sonra yine kudurdun.
Bir dikili taşını göster bana, Asım. Becerebildiğin bir şey göster.
Söylemediler mi, Asım sana, biz esasında hiçbir şey vermeyiz. Biz hep alıcıyız. Bunu bildirmediler mi sana? Bildirmişlerdir elbet. Her gün dinledin. Her gün okudun bu gerçeği. Hayaller kurdun, rüyalarda yaşadın hep. Biz seni uyandıracak değildik. Uyaracak da değildik.
Ama sen tembelsin, Asım. Korkaksın. Beğenmezsin güya bizi ama, biz senden daha çalışkan daha cesuruz. Pısırık ve yılıbıksın. Ve sen hep konuşursun, Asım. Ödünç yaşamaya alışıksın sen çünkü. Ağlak ağlak bakma, Asım. Dün gözlerinden ateş saçılıyordu bana söverken. Sil şu sümüğünü, Asım; ağlak ağlak da bakma bana.
Gün her doğduğunda peşimizde bulduk seni. Verin, diyordun. Verdikçe daha da istiyordun. Gün her doğduğunda bir adam olarak peşimizde buluyorduk seni ve gece her bastırdığında bambaşka bir adam olarak gidiyordun yanımızdan. Her gece yeminler ediyordun, bir daha gelmem buralara, diye. Ellerinin boş olduğunu gece karanlığında farkediyordun. Ama her sabah peşimizde buluyorduk biz seni ayaklarını sürüye sürüye. Zaten, Asım, sen aslında bu yüzden istemezsin güneşin doğmasını. Dizlerin senden şikayetçi, Asım, ellerin senden şikayetçi. Ve biz aslında kimseyi zehirlemeyiz.
Ne o, Asım. Kanıyor musun yoksa? Güldürme beni, Asım. Sana öyle geliyor olmasın? Bize kalırsa bağrından akanlar kan değil; salyan ve sümüğün. Git Asım, işine git. Geceleri kim ile meşke talipsen oraya git. Ama sabah gelirsen yanımıza, memnun etmeye çalışırız seni, belki. Ama sen memnun da olmazsın.
Ne o, Asım. Kanıyor musun yoksa? Hiç sanmam. Çünkü biz kanatanlardan değiliz. Biz avutanlardanız, ama gözlerini kapatıp bize teslim olursan. Biz oyalarız seni, eğer istersen. Ne istersin, Asım, bizden? Bak. Çeşit çeşit bahanelerimiz var. Seç, beğen, al götür senin olsun. Varsa bir talibi satarsın. Ordan aldığınla da gündüzleri sana bol bol nefesler veririz, geceleyin kokar sana biraz ama, olsun, nefes nefestir.
Şimdi git, sabah gel, Asım. Bu saatler biz senden beriyiz çünkü. Sen git şimdi, derin yanılgılarına ağla. Sabah gelirsin tekrar nasıl olsa.
Kanıyor musun, Asım. Kesme kendini, dur!

Çarşamba, Haziran 24, 2009

Kelam, Kan ve Bir Mevt-i Feci

Sözler ölü toprağı gibi, Nazmi. Zehirli buğular gibi yayılıyor havaya. Oysa söz dediğin bıçak gibi kesmeli. Kan akmalı, Nazmi. Ilık ılık kan akmalı.
Derlerdi inanmazdın. Şerefsizlik nesilden nesile, dilden dile, günden güne sürüp geliyor. Sanki birbirlerine vasiyet ettiler. Herkes bu sirkin içinde Nazmi, kusura bakma, sen dahil. Gök çatlayacak nerdeyse bu zulümden, yerin canı sıkışır habire. Toprakla aramıza mesafeler girdi, gök iyice uzaklaştı. Can şerbeti akmaz oldu. Kainat eteklerini topluyor. Sakınıyor senden benden. Aramıza mesafeler girdi, Nazmi. Sekerât'ül mevt demiş eskiler. Can çıkarken sarhoş, can çıkarken baygın insan. Sesleri duyulmaz. Feryadı arşa çıkar da, yanıbaşındakilerin zerre yardımı olmaz; aralarında konuşmadadırlar. Oysa Nazmi, araya mesafeler girdi. Ne gün girdi, bilinmez. Toprak ruhunu sakınır bizden. Yeryüzünde yürürüz de yine de çığlıklarımız bilinmez bir delikten kaybolur hep. Biz öldük mü, Nazmi? Ölmekte miyiz? Omuzlarımızdaki ağırlık neyin yüküdür? Dizlerimiz bizden şekvacı. Ellerimiz bizden şekvacı. Gözlerimiz boş bakar.
Doldur, boşalt. Doldur, boşalt. Elde var sıfır.
Diller zehirli, Nazmi. Keşke keskin olsaydı. Kan aksaydı bağrımdan. İnsanın canı yanmalıydı oysa. Ölümle yüzyüze yaşamalıydı ki hayatı yanıbaşına alsındı. Sırtını döndüğü her şey beyninde bir habis ur bıraktı giderken.
Böyle olmayacaktı, Nazmi. Buhranlar yoktu benim hesabımda. Baştan ayağa bedenim çizikler ve kanlar içinde, dağlara doğru haykıracaktım. Madde titreyerek, bazen patlayarak, ama her halde kanlı canlı bir cevap verecekti benim kanlı canlı çığlığıma. Diri, gergin kasları konuşacaktı İsmet. Kanlarımız boşalacak, öylece ölecektik; böyle hayaletler gibi dolaşmaklar olmayacaktı. Böyle yılan yılan kıvrılmayacaktık. Tıslamayacaktık böyle, konuşurken.
Her şeyi yalanlaştırırken sandı ki insan, kendisi gerçek kalabilecek. Hüsran diyorum, Nazmi. Ama insan pişman değil. İnsan zehirli. Böyle içlerimiz boşalmış, böyle gözyaşlarımız kurumuşken, öleceğiz, Nazmi. Ve ne yer ağlayacak ardımızdan ne gökler. İrin irin kokacağız toprağın bağrında. Beynimiz çürüyecek, ama zehirli kıymıklar baki ardısıra.
Böyle olmayacaktı, Nazmi. Birbirimizin canına kastedecektik belki, ama insanlığımıza dokunmayacaktık. Ve kazanan kaybedeni gömecek ve ardısıra ağlayacaktı yüreği paralanasıya. Böyle anlaşmıştık. Kabil, Habil'i kurda kuşa yem etmedi, Nazmi. Ama Adem'in evlatları bunca zalim değildi o zamanlar.
Dizlerimizin üstüne çöküp, omuzlarımızdan ter akarken, ve beynimize ve yüzümüze yürüdüğünü hissederken kanın, kalplerimizi hissederken güm güm sadrlarımızda, İbrahim'i anacaktık kuytu ama gökyüzünü gören bir köşede, yıldızlara bakıp. Çünkü gerçekten anılmaya değer bir kuldu İbrahim. En büyük putun boynuna asacaktık baltayı. O yaptı, diyecektik. Söylediğiniz yalanlar, saçtığınız zehirler yüzünden oldu, diyecektik. Ne yapıp edecek, yine de bu oyunun dışında kalacaktık. Belki yakalayacaklardı bizi. Ellerimizi ve ayaklarımızı çaprazlama keseceklerdi belki. Belki çarmıha gereceklerdi. Kanlarımız boşalarak ölecektik diri, gergin kaslarımızdan. Hepsini sattık, Nazmi. Kokuşmuş, kirli ve zehirli bir nefes uğruna İbrahim'i de sattık, Nazmi, İsa'yı da sattık. Değer miydi?
Hızır ile İlyas gibi gidecektik, ön saflarında akınların. Sonra ab-ı hayattan demlenip öyle gelecektik geriye.
Yokla kendini, Nazmi. Bak. Kanayan bir yerin var mı? Bıçak gibi söyledim çünkü ben sözlerimi. Kanamıyorsa eğer kalbin, akmıyorsa kanlar ılık ılık bağrından, sen de git, Nazmi. Arkana bakmadan git. Karış vebalı insancıkların arasına. Zehirleyin el ele dünyayı. Yeni doğmuş bebelerin yüzlerine üfleyin nefeslerinizi. İhmal etmeyin. Büyüdüklerinde bencileyin düşman olurlar yoksa size. Nasıl Musa düşman olduysaydı Firavun'a, o misal işte. Evlerinizi ve yurtlarınızı başlarınıza geçirirler yoksa. Çünkü sizden ziyadesiyle kuvvetli milletleri kasırgalar gibi çarpmış oldukları vakîdir.
Yokla kendini, Nazmi. Çünkü bıçak gibi söyledim ben sözümü.

Cumartesi, Haziran 06, 2009

Çarşamba, Mayıs 27, 2009

canım sıkılıyor olm. koyacam bu işlere ya. kabz geldi. içim sıkıldı. bakıyosun her şey açık, net, güzel. yok güzel olmasa da en azından açık. bi anlamı var. kötü de olsa var işte. en azından belli ne s.k.m olduğu. lan bi bakıyosun hepsi bombok. derler ki kötü gidiyo. lan işte gidiyo en azından; kötüsü ne, sidikli! hiç gitmeyince daha bi bombok oluyo. her bir şeyin en anlamsız tarafı görünmeye başlıyo. yok gazozmuş yok fırfırmış yok erikmiş. siktir git ordan bi.
içim sıkıldı amk!...

Pazar, Mayıs 03, 2009

Gazoz Kapağından Fırfır Yaptım - 3

Yağmur başladı. Severim yağmuru, ama akşam oluyor; hava soğuyacak birazdan. Gelmese miydim buralara? Korkmak yok, bilyeleri aldım mı dönerim, bir şey olmaz. Daha önce bu mahalleye geldiğimi hiç hatırlamıyorum, teyzemlerin oturduğu yere çok benziyor, ama kesinlikle orası değil. Aa, vallahi kiraz ağacı billahi kiraz ağacı. Kiraz yok ama bunda?
- Teyze bu kiraz ağacı sizin mi?
- Evet, delikanlı.
Delikanlı mı? Haa, amcam da derdi, öyle bir şey herhalde.
- Kiraz yok ama bunlarda?
- Daha çiçek yavrum onlar. Yaz gelince olur kiraz. Sen kimin oğlusun yavrum bilemedim?
- Aşağı mahalleden geliyorum ben teyze. Buralı değilim. Güneş şurdan mı batıyo, şu tepenin ardından?
- Hee, noldu ki?
Aha dükkanlar var şurda. Dur bi bakayım.
- Delikanlı! Allahallah gitti... Gir kız içeri!
...
- Amca bana şöyle bir kalın ip lazım. Var mıdır?
- Ne için lazımdı beyim? 
Beyim mi?
- Cigaran sönmüş beyim.
Allahallah. Lan nası mahalle burası?
- Hı? Ha, evet. Yağmurdan heralde.
Ne zaman yaktım ki bunu? Neyse.
- Kaç metre?
- Ne kaç metre?
- Urgan diyorum. Kaç metre istersin?
- 2- 8- 10 metre, yeter herhalde.
Niye güldü ki bu şimdi. Bıyıkları kırlaşmış, saçı da kel. Sen kendine bak.
- 10 metre kestim, buyur.
- Sağolasın.
- 30 lira.
30 lira mı? Param yok.
- Neyse kalsın vazgeçtim ben.
- E kestim ama beyim.
- Yok kalsın.
- Mındar ettin. Olmaz ki böyle, ama.
- Hadi hayırlı işler.
Koş oğlum, koş. Çok fena kızdı adam.
- Dur beyim, nereye? Allah'ım yarabbim, deli mi ne adam...
Para istedi. Para yok bende. Bende para ne gezer. Vardı ona da kibrit aldım. 30 lira diyor bir de. 30 lira!.. Kaç bilye eder 30 liraya? Çok. Güneşi tutacağım desem parasız verir miydi? Niye versindi ki. Hem alay ederdi belki de. Etmezdi belki de. Yok kesin ederdi. Yusuf bile gülmüştü. Yoruldum, ıslandım, üşüdüm. Niye geldim ki ben buraya? Güneş de batıyor. Yetişemedim. Keşke bisikletimle gelseydim. Hi! Bir, iki, üç... Altı tane!.. Geliyorlar. Anneee! Anneee!
- Beyim!
- Köpekler, var amca!
- İçeri gel, içeri!

Perşembe, Nisan 30, 2009

Gazoz Kapağından Fırfır Yaptım - 2

Yusuf'a dedim ki gel, etme, bir el at da tutalım şu güneşi. Yok ben manyak mıymışım da, yok güneş tutulur muymuş da. Yahu ne olacak sanki. Şu tepenin ardından iniyor her gün. Bir kanca atsak, yakalasak ensesinden, ikimiz birden asıldık mı ipin ucundan, tamamdır. Sonra bir yere, bir ağaca ya da bir kayaya bağlar, hemen döneriz dedim. Yok dedi. Kendi bilir padişah.
Yusuf, benim içim daralır, gönlüm sıkışır. Bazen büyük gibi hissediyorum, bazen şimdileyin küçük gibi. Sana da oluyor mu öyle?  Yok mu? Allahallah... Bazen durup dururken bilyelerim kayboluyor. Paçalarımla beraber erik ağaçları da kuruyor. Kibritin var mı? Yahu tamam, içmezsin sen ama ne bileyim, ateş mateş yakıyorsundur belki arada sırada. İyi madem.
Yusuf benim dizlerim titrer, gözüm kararır bazen. O da mı yok sende? Erik yiyek o zaman? Seversin değil mi sen de? Al. Beş sana, beş bana.
Yarın güneşin battığı yere gideyim diyorum. Kasım diyor ki, batan güneş değilmiş, aslında dönen dünyaymış. Bir gün döveceğim Kasım'ı ben. Dediklerinden bir bok anlamıyorum çünkü. Güneş nasıl batmaz Yusuf? Batar değil mi? Ben de tahmin etmiştim, evet, Kasım gerçekten saçmalıyor bazen.
Kasım, Derya'ya aşıkmış, biliyor muydun bunu? Hehee, ağzından kaçırdı. Derya'ya söyleyeceğim dedim, on tane badem verdi; söylemedim tabi ben de. Sen kime aşıksın? Lan valla bak, söylemem kimseye. Yok badem de istemiyorum. Öyle olsun, öğrenirim bir ara. Ben mi? Yok oğlum lan, ne gezer. Sidikli lan bu kızların hepsi. Boşver ortak bunları.
Dün yine kaybettim bilyelerimi Yusuf. Nolacak böyle bilmiyorum. Bugün bir daha arayacağım. Aslında onun için diyorum sana, sen de gel. Şeye canım işte, güneşin battığı yere. Hee, bana kalırsa benim bilyeler orda kayboldu. Düğmen kopmuş Yusuf. Lan ne çabuk yedin? Çiğneyip yutsaydın. Öyle erik mi yenir? Allahallah. Erikten anlamıyorsun sen hiç Yusuf, ha? Kasım'la çok oynama sen. O da anlamaz erikten, sen de ona benziyorsun beraber oynadıkça.
Yusuf yakışıklı adamsın, ama çok boş bakıyorsun? Yavaş mısın ne biraz? Kafan nerde oğlum senin? Gel hadi gel. Gazoz alak mı şurdan? Kapaklarından fırfır yaparız. Korkma lan. Döneriz birazdan. Yahu ne merak edecek.. Öyle mi? E iyi madem. Git sen hadi. Gelirim ben de. Gelirim gelirim. Anneme de söyle, merak etmesin.

......

Amca, bana bir gazoz bir de kibrit. Yok yok babama alıyorum. Hadi hayırlı işler.
Kasım gıcık, Yusuf korkak.. Hey Allah'ım. Mahallede iki oynayacak, konuşacak çocuk yok ki  doğru düzgün. Sonra bana diyorlar ki ne işim varmış orda burda, evin önünde oynasaymışım ya. Daha bunlar ne ki? Birgün bisikletimle çıkacağım, o zaman daha uzak yerlere de giderim. Öbür mahallede kiraz ağaçları da var hem. Boşver okulu, birşeye yaradığı yok zaten. Dün de gitmedim, bugün de gitmedim. Yarın da gitmesem nolacak ki? Annem mi? Kızar tabi. Ama zaten gideceğim buralardan. Bulamaz ki kızsın.
Özlerim ya, özlemez mi insan. Şu soytarı Kasım'ı bile özlerim. Ama yine de gideceğim. Sıkıldım bizim mahalleden. Evden de sıkıldım. Okuldan da sıkıldım. Çilek ağacı olan bir mahalle bulup oralarda dururum biraz. Sonra zaten ordan da sıkılırım. Dur hele biraz. Anaam, güneş batmaya yaklaştı. Az hızlanacağım ben. Ancak yetişirim.

Gazoz Kapağından Fırfır Yaptım!

"Yaz, yaz bakalım, yaz.. Ne olacaksa yazınca" demiş Kasım. Yazacağım tabi. Ne olacakmış. Gül sen, gül. Yazacağım ben. Esip tozacağım.
Geçin karşıma. Boyunuzun ölçüsünü alacağım. Hakkınızdan geleceğim. Tepemde öyle uğul uğul, ivit ivit dönüp durmakla olmaz. Dökülün bakalım ne biliyorsanız. Ötün. Hadi. Bakacağım. Kimilerinizin hakkından geleceğim: yıkılın karşımdan diyeceğim. Kimilerinizi de belirsiz bir vakte kadar tehir edeceğim.
Yok arkadaş, deli değilim ben. Deli numarası da yapıyor değilim. Bilyelerim vardı küçükken. Bir elimden diğerine, bir torbadan diğerine aktarır dururdum. Ara ara da öylesine yere döküp tekrar toplardım. Çarpar, böler, kendi kendimi yenerdim. Bazen yenilirdim de. Ama oynardım. Ne zararı var? Oynuyorum ben de işte? Halt etmiş Kasım. O bakadursun, siftine siftine seyrededursun beni. O ancak seyreder zaten.
"Kelimeler," diyormuş, "kah mermi kah merhem olur" diyormuş. Halt etmiş. Dümbüğe bak. Benimkiler bilye. Var mı itirazın? Ne haddine. Vay Kasım vaay.. Kimden öğrendin aslanım sen o ayakları, o lafları? Geçsen karşıma ya? Çizsek üçgeni yere? Dizsek bilyeleri? Mors oynasak? Bakalım kim kimi ütecek.
"İz bırakmalı" diyor. Ulan, iz kim sen kim? Çamurda çakıyla 'kesik' bile oynamamışsındır sen. Bilmezsin tabi. Bizim oraların oyunu. Öğret desen de öğretmem zaten. Sen iz bırakmaya bak aslanım, sürü ayaklarını. Ben paçalarımı ıslatacağım, çatı oluklarından ya da apartman yıkandığında akan suların önüne barajlar kuracağım. Havuzlar yapacağım. Erik yiyeceğim. Sen de ye. Al. Dört tane yeter mi? Yeter yeter, aha altı tane de bana kalıyor. Yok, dört yeter sana. Çok bile hatta. Lan Kasım, erik senin neyine, bana kalsa hiç vermem ya, gözün düşmesin diye veriyorum.
Kasım diyormuş ki yazmak ölümsüzleşmenin bir yoluymuş. Git işine Kasım. Sigara içeceğim ben. Sağlığıma zarar vereceğim. Ellerimden başlıyorum, bir gün elbet kuyruğu da titreteceğim. Yürü git Kasım. Boyundan büyük laflar etme. İlişme bana.
İki dakka adam ol Kasım. Bahardan bahsedeceğim ben. Erik ağaçları çiçek açmış, salkım söğütler yaprak yaprak olmuş; sen bana kelimelerden bahsediyorsun. Öte yanda git iki bilye oyna lan, valla bak, iyi gelir. O ne o? Badem mi? At ağzına, hah.
Kasım diyormuş ki insan aklını başına devşirmeliymiş. Herkes üstüne düşeni yaparsa hiç sorun olmazmış. He bak, onu iyi dedin; işin yok mu senin Kasım?
Git Kasım, yürü git, işine git. Kalbimi kırdın. Ben bilye oynayacağım. Sigara da içeceğim. Anneme söylermiş. Git hadi, selam da söyle benden. Al, benim erikleri de al; yiye yiye git. Haaa, şöyle..

......

Bak şimdi, ne yapacağım. Kasıım! Lan Kasııım! Çükün düşmüş lan, yere bak! Heh heh! Hehehe, bakarsın öyle. Bu oğlan çok salak ya. Aha geliyor. Taş aldı lan yerden. Kaç kaç kaç...