Çarşamba, Mart 24, 2010

yalan söylüyorsam ne olayım!

şimdi ben desem ki... ne desem bilmem ki... yaza yaza yaz gelse; mürekkebim az gelse; yağmur yağsa, ıslansam; gün dönse; kış gelse; durmadan yazsam.. ta ki yazamaz olana kadar. ne desem bilmem; ne dediğimi yarım yamalak deyiverene kadar boğazım kurumasa. ne desem boş olmasa.
şekvacı dedi ki: "komşum, ayıbettin, yazık ettin..." komşu dedi ki: "ayıboldu, yazık oldu"... kadı dedi ki: "burda ne yazıyorsa o"... sonra şekvacı komşuya döndü, kadı kıyama durdu, komşu kadıya küstü. Sonra hepsi birden bir meçhulde kayboldu. kasaba hayalete döndü. ama yangın sönmedi. çok uzun zaman sonra alev kor oldu; kor, kül; kül, gül; gül, gönül; gönül, kul. sonra kasabaya bir kul geldi. önce bir oldu. ikinci geldi talip oldu; o zaman bir, pir oldu. kuş uçtu, ses çıktı. kimse duymadı. ot bitti; ağaç büyüdü, su aktı. gün döndü, kalabalık oldu. kasabaya can geldi; herkesin canı yandı.
sonra yol geldi, kimse yürümedi yoldan. yol hazan kaldı, bahçeden yol geçti, bağzarın kanı dondu. sonra eline bir odun aldı, bir taşa oturdu. vurdu ha vurdu, vurdu ha vurdu. o kadar vurdu ki, bağzar meçhule kayboldu. sanki vurduğu yer yarıldı, bağzar içine düştü. bağzar gitti, bağ hazan kaldı. ahali kadıya gitti. kadı ayağa kalktı, konuştu. kadı konuşunca ahali kadıya darıldı.
sonra kasabaya bir deli geldi. kimse deliyi görmedi. deli kadıya gitti. kadı delirdi, cenazesini deli kaldırdı. deli dama çıktı. deli gibi bağırdı. ahali toplandı. deli anlattı, ahali dinledi; ahali inledi, deli dinlendi. deli ağladı, ahali şenlendi. deli taş attı; taş gitti, bir çocuğa değdi. çocuk öldü, ahali kinlendi. toplandı, kadıya gitti. kadı yerinde bulunmadı. kasabada düzen bozuldu. ahali deliyi taşladı, deli öldü, kanı yerde kaldı.
sonra bir gün kasabada yangın çıktı. ahali terketti, kasaba kül oldu. sonra kasabaya bir adam geldi. adam küllerin hepsini bir kazana doldurdu. kazanı alıp sakladı, kazanın yanıbaşında uyuyakaldı. sonra kasabaya iki adam geldi, kasabada kan döküldü. katil kanı bir şişeye doldurdu, şişeyi gömdü, maktül meçhule kayboldu. bir başka gün iki adam daha. bir başka gün iki adam daha. birgün adam uyandı. bir sürü şişeyi buldu. küle kattı, kül ıslandı, adam iyice karıştırdı, mürekkep oldu.
adam kasabayı yazmaya başladı. günlerce... gecelerce... o kadar yazdı ki kasabanın her yeri yazı doldu. mürekkep bitti. adam öldü. bir daha kasabaya kimse gelmedi. yazı soldu. kimse okumadı. olan biteni kimse hatırlamadı.
ben mi?
ben kasabadan dinledim hepsini.

Cumartesi, Mart 20, 2010

Sıfır

Bir şarkı söylenir bazen kafanın içinde.. İnadına güzeldir şarkı. Vazgeçemezsin. Aynı şarkı döner durur. Bitmeden baştan alır. Ama insan hiçbir şey hissetmeyebilir. İlginçtir. Hiçbir şey hissetmemek... Çok garip. Belki de ne hissetmesi gerektiğini bilmemek. İlla bir şey hissetmeli mi? Yok canım, daha neler!?
Belki sadece şarkı güzeldir. Hiçbir şeyle ilintilenmesine gerek kalmayacak kadar güzeldir. Hiçbir şey derken zaten herhangi bir yaşanmışlıktan bahsediyor değilim. Herhangi bir his sadece.
Sükunet. Huzur. Bunların başka başka türleri vardır. Mesela bir tanesinde gözler keskinleşmiştir. Tüm belirsizlikler ortadan kalkmıştır. Her şeyin olumlu ve haddinden fazla güzel görünmesiyle birlikte yürüyen bir türüdür bu. Yanlış... Aslında bu ümidin ta kendisidir.
Bir diğerinde, mesela, tüm üzüntülerin kaybolmuştur. Yok.. Bu da değil. Bu da başka bir şey aslında. Bir barışıklık hali.
Ama belki de tam olarak herhangi bir şey hissetmemektir huzur. Rengini kaybetmek. Renksizleşmek. Geçip gitmiş günlerin hesaplarından gocunmazsın, geçip giden günlerin güzelliklerine de seviniyor değilsindir. Gelecek içinse ne bir ümit ne bir korku hissedersin. Aslında tam olarak geçmiş ve gelecek silinmiştir. O anda varsındır. Aman Yarabbi! Ne biçim bir hürriyet. Hepsinden daha güzeli, içinde bulunduğun an ile de ne bir kavgan vardır ne bir alışverişin ne de bir gurur. Bazen güneşli bir bahar gününde papatya kokularıyla mest olursun ya; veyahut kuşların cıvıltılarıyla dolar için; ve dersin ki işte huzur budur. Hayır, huzur filan yoktur aslında, çünkü köpek gibi korkarsın o baharın geçeceğini bildiğin için. Ama huzur öyle mi. Huzur bir silinmişlik halidir. Herhangi bir şeye dair herhangi bir fikir, his, düşünce içermeme halidir. Kayıtsız, şartsız, hesaplaşmadan, öylesine geliveren bir rıza halidir. Hani o an ölecek olsan hiçbir şey hissetmezsin sanki. Ne üzülürsün ne sevinirsin. Vaktidir diyeceksindir. Vakit gelmişse vakit gelmiştir diyeceksindir. Ama bahar öyle mi, bahar gelince delice korkarsın ölmekten de bir ölüme şahit olmaktan da. Herhangi bir olumsuzluğun bozmaya muktedir olabildiği bir coşku halidir o.
Ama huzur çok başka bir şeydir. İte de bulaşmazsın, çalıyı da dolaşmazsın. Öyle de olsa başüstüne, böyle de olsa başüstünedir. Öylece her şey içinden geçer gider. Hiçbir şey dokunmaz sana. Sırıtmazsın salak salak oturduğun yerde; ya da yürürken.
Huzur öyle bir hürriyet verir ki insana. Anlatılmaz. Anlatılamaz. Dile dökülemez. Hürriyetin kendisini sunar huzur insana. Zatı itibariyle hürriyet. "Ele fırsat" değil. "Cana coşku" da değil. Ama o kadar hür hissedersin ki kendini, hiçbir şey yapmamakta karar kılarsın. "Okçuluğun en üstün mertebesi, hiç ok atmamaktır" diyen bilge gibi. Her şeyi yapabilecekmiş gibi hissederken, hiçbir şey yapmamanın en güzeli olduğunda karar kılmak.
Olmakta olanın olmasına tüm kalp ferahlığı ile şahitlik etmek. Ne hızlandırmak istersin bir güzelliği ne de mani olmak istersin bir fenalığa. Mevcudun batınını seyir, mevcudun birliğine şehadet hali. Herhangi bir bölünmüşlük göremezsin.
Huzur nazarıyla bakmak belki de Hakk nazarıyla bakmaktır. O an arka sokakta bir cinayetin işlenmiş olduğunu işitsen dahi yine de "Rahman'ın yarattığında bir intizamsızlık göremezsin".
Renksiz. Sessiz. Sözsüz. Harfsiz. Bir lamba gibi sönmek.

"İşte bir gümüş bedenlinin özlemi sararttı seni.
Altın haline geldin artık.
Sen altına âşıksın;
Altın benim rengime âşık"

Pazar, Mart 07, 2010

Dimağım yanmış!

- Sessizlik.. Sessizlik kolay sağlanmaz. Hele de kafanın içinde. Kafada sessizliği sağlamanın yolu, konuşanları susturmak asla değildir. Konuşanların neden konuştuklarının belirlenip susmaları için isteklerinin karşılanması her ne kadar akla ilk gelen yöntem gibi görünse de, en doğrusu değildir aslında. Çıldırmaya ramak kala hayali bir şalterin indirilmesiyle her şey son bulur. Meselenin kulakları tıkamakla da bir ilgisi yok. Ne zaman ki bir şeyin içinden geçip gitmesine izin verir insan o zaman her şey çok daha kolay olur. Sanki yokmuşlar gibi mesela.
-Mümkün mü?
- Değil mi?
- Değil gibi görünüyor?
- Denedin mi?
- Nasıl yani?
- Denemeye değer görmedin bile. Neden biliyor musun? Çünkü zatında kuvvet ve akıl vehmeden bir sapıksın.
- Ya?
- Bunda senin suçun yok. En azından sapıklığı devam ettirmediğin sürece.
- Ne saçmalayacaksın merak ediyorum.
- İlk seferini tecavüz deyip es geçelim. Ama senin içinde var orospuluk galiba?
- Allahaşkına, küfür etmeyi bırakıp konuşacak mısın?
- Bak. Bir labirentin çıkışına ulaşmak için en kısa yol nedir?
- Labirentine göre değişir.
- Hayır değişmemeli. Herhangi bir labirent için geçerli olan yolu gösteriyorum ben: Bulunduğun yer ile çıkış arasındaki en kısa yol, dümdüz, dosdoğru bir çizgidir, bulunduğun nokta ile çıkış kapısını birleştiren.
- Duvarlar?
- Hangi duvarlar? Duvarların içinden geçeceksin. Daha doğrusu duvarların içinden geçmelerine izin vereceksin. Diğer türlüsü ibnelik gibi geliyor bana. Nefes nefese bir çabadan sonra kapıya varıp yüzünü güneşe verdiğinde ellerinde bir meyve yoksa, orda bir ibnelik olmalıdır.
- Hiç bu kadar çirkin durmamıştı üzerinde küfür.
- Âlâ.. Meseleye ibnelik karıştıran unsur, çıkış kapısının bir ödül olduğu zannıdır, bence.
- Değil mi?
- Neye karşılık?
- Çaba.
- Madem kapı çabana karşılık bir ödüldür. O halde neye karşılık olarak o boktan labirentin izbesinde uyanıyorsun?
- .........
- ???
- Belki ortada bir labirent yoktur da sen kaybolmuşsundur?
- Labirent zaten kaybolmanın kendisidir. Yolsuz labirent var mı? Olmaz. Hiç yol olmasaydı, o zaman çıkmaz olurdu.
- Bak kendin de söylüyorsun. Kaybolmak. Labirent filan yok ortada.
- Kaybolmak varsa labirent de vardır anlamına gelir benim söylediğim şey.
- Bence boşa konuşuyoruz.
- Bence de...

Boşa konuştuğunu anladığın anda hissettiğin şey, bir ergenin mastürbasyon yaptıktan sonraki duyduğu pişmanlığa benzer. Çünkü meselenin bütün gizemi, hadise sırasında şekillenen, var olduğunu sandığın şeylerdir. Oysa hepsi sonuçsuzdur. Net bir çizgi ile ayrışır gerçekle hayal, zatında.
Boşa konuştuğunu anladığın anda üzerinde konuştuğun hiçbir şeyin bir anlamı kalmaz. Bir adım gerindedir hepsi. Tabi sen herhangi bir yol almış değilsindir.
Bütün mesele yürüyedurmaktır. Sükunettir. Huzurdur. Neden biliyor musun? Önümde ardımda sağımda solumda engellerin var olduğunu kabul ettiğimde, kendimi bir sirk hayvanı gibi hissediyorum. Alevli çemberden geçmeye çalışan zavallı bir sirk hayvanı. Ama çemberin birinden geçtikten sonra, tekrar buna zorlanmayacağımın bir garantisi yok. Daha doğrusu, ibne cambazın aynı şeyi tekrar edecek olması ihtimali birde bir. Demek ki..
Demek ki ortada bir engel yok. Çünkü seyirci yok.. Hiçbir zaman da olmayacak. Benim eziyet görmemden mutluluk duyacak bir sefiller sürüsü yoksa, bir tanesinin de durup dururken cambazlığa soyunması gereksizdir.
Söz konusu olan huzurdur. Yürüyedurmaktır. Dayanıklılık ve umursamazlık o kadar baştan çıkarıcı ki, neden olmasın diyorum, neden olmasın?
Aslına bakılırsa yürümenin de bir anlamı yok. Ne tarafa yürürsen yürü, aynı mezara gireceksin çünkü. Yürümesen de aynı mezara gireceksin. Şu anki cümleden bir öncesinde söylediğim şey de yine boşuna konuştuğumu ortaya koyar bir yerde.
Bir daha deniyorum..
"İlim bir nokta idi; onu cahiller çoğalttı" demiş Ali. Bir şeyi açıklamak uğrundaki bütün metaforların mastürbasyondan ibaret olduğunu vurgulamak için yine bir metafora başvurmuş olması, ne Ali'den ne de söylediği şeyin doğruluğundan bir şey eksiltir. Ama yine de, neresinden baksam bu sözün uyruğu şarkta çıkar. Benim doğduğum yerden.
İlk mumu şarkta yaktım ben. Nedirden önce nasıldır diye sordum. Şöyledir dediler. Yine onun içinde de bir yığın anlamadığım şey oldu? Onları da hep nasıldır diye sordum. Onu da anlattılar. Ama gün geldi, elimde ne olduklarını hiç bilmediğim şeylerin nasıl olduklarının bilgisiyle yolumu kaybetmiş buldum kendimi. Yürüdüğüm yollardan, tekrar tekrar geçtiğim için de ayak izlerimi karıştırdım. Hepten yalama oldum.
Her ne kadar genellemelerin doğruluğu tartışılır olsa da, evet bu genellemeyi yapmaktan tarifi zor bir haz duyuyorum: Herhangi bir doğulu gibi, aczimin katlanmasına düpediz şahit olup, katmer katmer aczimle başbaşa kaldığım için, müşkülümü halledecek bir çift hikmetli söz bekler vaziyette buldum kendimi. O aradığım bir çift söz benim sorduğum en üst düzey (ultimate) sorunun cevabı olmakla müşerref. Gelgelelim o şereften benim nasiplenmem söz konusu bile olamaz. Zira burada hiçbir şeyde bana özel bir durum yok. Soru sabit, cevap sabit ve herkesin aynı soruyu sorması da a priori zaruri. Peki cevap almak bir şeref getirmez mi? Getirmez. Zira cevap da zaruri. Çünkü her insan ölür. Sorunun cevabı ölümde gizlidir. Ölüm bir açılış, bir sıçramadır. Amiyane tabirle, hadisenin koptuğu andır. Saf gerçekle yüzyüze gelmektir. Ölmeden bilemezsin.
O zaman yine mi gümledi elimde? Ne önemi var? Laflıyoruz şurda.
Devam edelim.
O zaman mevzu nedir? Mevzu, iki dünya arasında bir mustarip olmak. Akıl ile gönül arasında, dünya ile ahiret arasında, doğu ile batı arasında (bundan aslında ne kastettiğimin anlaşılıp anlaşılmaması şu an için hiç umurumda değil) , geçmiş ile gelecek arasında, isyan ile inkıyad arasında, durmak ile gitmek arasında, bilgelik ile cehalet arasında, iman ile inkar arasında ve hatta susmak ile konuşmak arasında. Ne birine ne öbürüne tabi olamamanın getirdiği bocalamadır mevzu. Kaba tabirle münafıklık. Ve bir münafıkın kalbi hiç ama hiçbir zaman huzur ve sükunet bulmaz.
Aklî olgunluğun tarifi, karar vermek ve verilen kararın getirdiklerinin (consequences) göğüslenebilmesinde bulur kendini. Karar verememek de sonuçlarını göğüsleyememek de karar verip sonuçlarını beklememek de verdiğin karardan emin olamamak da; hepsi acziyete varır. Bunların içinde en aşağılık olanını, verilen karara uygun davranmamak olarak belirliyorum. Zira, bu karaktersizlik göstergesidir. Omurgasızlıktır. Ve bir toprak solucanı daima sürünür.
Ölümcül bir sapkınlık bu yaptığım. Çünkü her defasında bir kasırga ortasında kaybolmuş biçimde buluyorum kendimi ve bu can yakıcı alemden terhisimi istiyorum. Söylediklerimin hangisini aklım başımdayken söyledim, hangisinden sonra saçmalamaya karar verdim ayırdedemiyorum. Söylediklerimden hiçbirinin, beni faili bulunduğum vahşetten alıkoyamadığını görmekse, içimde histerik bir çıldırma isteğinin alevlenmesine yol açıyor. Böyle zamanlarda kafamı kollarımın arasına sıkıştırıp, dizlerimi karnıma çekiyorum ve fırtınanın dinmesini bekliyorum. Zannedilir ki bu en kolayıdır. Ama ben bu zannı ve bu zannın sahiplerini apaçık tahkir ediyorum şu anda. Çünkü çaresizliği, "katlanılması en zor olanı" olarak tanımlıyorum.
Bugün kafamı kollarımın arasına alıp beklemiyorum. Bugün cür'etimin sınırlarındaki tel örgülere kan revan içinde saldırıyorum. Bugün korkularıma meydan okuyup kurşunlar yağdırıyorum etrafıma. Sözümü sakınmaktan vazgeçiyorum. Kurusıkı da olsa umursamıyorum. Bugün tüm beyhudeliklere kucak açıyorum. Düpedüz isyan ediyorum bugün uzlaşının ve centilmenliğin getirdiği tüm sınırlara. Yaşasın! Çıldırıyorum!
İçimden kahkahalarla gülüyorum oynadığımız tüm oyunlara. Bugün ellerimle kana bulayacağım, kendimi neresine monte edeceğimi bulamadığım insan uygarlığını. Bugün zehir katıyorum insan uygarlığının şerbetli aşına. Kim öle kim kala; yaşasın curcuna!
Bugün binyıllardır tekrar edilmekten yer yapmış bir yanlışı tekrar düzeltiyorum. Ve ilimlerin bir olduğu gerçeğini ilan ediyorum. Dinî ilim, fennî ilim, aklî ilim vs; hepsini aynı potada tekrar eritip karıştırıyorum. Yeni bir isim de icat etmiyorum. "İlim". Bu kadar. Bu gerçeğin ilanı ile, varlığın bir bütün olduğunu da ilan ediyorum. Yeni bir şey yapmıyorum. Evvelkilerden de bunu yapanlar oldu. Aynı gerçeği hakk'al yakîn görüyorum ve varlığımın bölünmüşlüğünü tarihe karıştırıyorum. Hakk'al yakîn görüyorum; çünkü, herhangi bir bölünmüşlük ölesiye ıstıraba garkediyor beni.
Bugün, binbir zahmetle ayıkladığınız bütün gerçekleri pattadak birbirine karıştırıyorum tekrar. Keza yalanları da. Zira gerçeğin yanında yalan yok olmaya mahkumdur. Hakk ile batılı savaştırmıyorum, batılı hakkın dibine getiriyorum, ve böylelikle batıl naçar zail olup gidiyor.
An itibariyle tüm sorunları sorun olmaktan çıkarıyorum. Her şey ayan beyan ortada artık.
İnsanlığın temel hatasını sorun çözmeye programlanmış gibi davranması olarak belirliyorum. İnsan buna bayılır çünkü. Çünkü yine insanlığın sorgusuzca kabul ettiği tarife göre, sorun çözmek bilgi ve kudret gerektirir, ki bu aslında hakikattir. Ve insan hep kendisinde bir bilgi ve kudret vehmeder. Ve öte yandan insan, aslında sorun çıkaran bir şeydir. Sorun çözmek konusundaki vehmini, bilgi ve kudret konusundaki vehmiyle birleştiren insan, sonuç olarak kendi kurguladığı bir puta perestişle perçinler cehaletini. Ve cehaletinin farkında olmayan bir cahil, hiçbir şey yapmasa bile, temel bir farkındalıktan kendisini mahrum bırakmak suretiyle zulüm işler. İlksel olarak kendisine ettiği zulüm vicdanını körleştirir ve insan o saatten sonra zulmünün ulaştığı menzil nispetinde aşağılıklaşmaya başlar. Yeryüzünde fesat çıkarmak ve kan dökmek suretiyle esfel-i sâfilîn dediğimiz, aşağılıkların en aşağılığı oluverir. Evet, aynen öyle; yeryüzünde fesat çıkarmanın ve kan dökmenin, o menzilin sonlarına yakın bir yerde olduğunu söylüyorum.
Kudretimden ve bilgimden vazgeçip ne türlü olursa olsun, herhangi bir sorunu çözmekten azad ediyorum kendimi. Herhangi bir soru'nun muhatabı olmadığımı haykırıyorum. Affan Dede'yi de dolandırıyorum bugün. Çalıyorum ondan. Çaldığımı da yırtıp atıyorum havaya; çocukluğumdan konfetiler yapıp savuruyorum bu yangın dolu isyanıma. Saymıyorum da para mara. Zavallı ihtiyarı şoke edip, yangınlar çıkarmak üzere sallıyorum sağa sola isyan dolu kuduz ateşimi.
Yaşasın çıldırıyorum! Kim öle kim kala; yaşasın curcuna!

Dimağım yağlanmış!

- Nasıl olur?
"Nasıl olur?" diyordu. Ama yapacak pek bir şey yoktu. Dimağımda yağlanma varmış. "Dimakta yağlanma olur mu hiç?" dedi; o anda sandalyesini çektim altından. Yere düştü. Dimak değil, dimağ, dedim. Güç bela toparlanıp yerden kalkarken bir yandan da paldır küldür özür diliyordu. Bu sırada ben yerime oturdum ve konuşmaya başladım:
- Kandan artık korkmayışımın başlıca sebebi buymuş.
- Sen kandan korkmazdın ki zaten!?
- Sözümü kesme.
- Özür dilerim.
- Özür de dileme. Sus. Kurbağa kermiti bilir misin?
- ....
- O söyledi. Geçen gece, herkes uyuduktan sonra gizlice kapıya geldi. Bir iki lafladık. Uzun yoldan geliyormuş. Su verdim. Yarısını içti. Kalanını da ben üstüne döktüm. Ferahlasın diye. Yüzünü havluyla kuruladıktan sonra konuşmaya başladı.
- "Niye çağırdın beni?"
- "Ben mi çağırdım seni?"
- "Çağrılmadığım yere gitmem ben! Tabi sen çağırdın hödük!"
- "Madem öyle diyorsun, o zaman ben çağırmışımdır... Ama niye çağırdım ki ben seni?"
- La havle çekti. Hiç la havle çekerken görmemiştim kurbağa kermiti.
- Müslümanmış yani?
- Ne sandın lan! Tabi.. Dini bütün bir kurbağa. Aslına bakarsan ben de bilmiyordum. O gece öğrendim. Sekizinci defa hacca gidecekmiş önümüzdeki kurbanda. Neyse, o gece baya bir okudu üfledi beni.. Sonra baktı, uzun uzun baktı. Evde kaçacak yer kalmamıştı. Göz hapsine aldı muhterem beni. Sonra kafama elini koydu. Diğer eliyle de çenemi büktü. Kafam iyice sıkışıyordu. Çenem de keza. Konuşamıyordum. O anda efsunlu kelimeleri söylemeye başladı:
- "Ey İbrahim'e ateşten seslenen! Eyy zulmü melaikeye tokananların uykularını daraltan!"
diye başladı.. ama devamını duymadım. Bayılmışım.
- Eee?
- Sonra ayıldığımda başımdaydı. Nur gibi gülümsüyordu, ama gözleri o kadar pörtlekti ki, nur mur göremedim ben. "Bak evlat", dedi, "Sende nadir bir illet var".
- "Nedir hocam?"
- "Senin dimağın yağlanmış"
- "!!....O nasıl bir illetmiş öyle. Dimağ yağlanır mıymış?"
- "Yağlanır ya... Beni sana getiren şey buymuş. Sen çağırmamışsın..."
- Eee, sonra?
- Sonrası yok. Bıraktı gitti..
- Nasıl yani? Neden yağlandığını söylemedi mi? Ya da nasıl düzeleceğini?
- Söylemedi.. Son sözü beni şoke etti..
- ??
- Vrrrak!
- !!!.... Abi sen rüya görmüş olmayasın?
- Yok oğlum, ne rüyası. Ertesi gün lokantada garsonun burnundan sallandı.
- !!??
- "Gözüm üstünde", dedi.
- Ee, nolacak?
- Bilmem.. Çay mı içsek.
- Tamam.
- Hadi kap gel bardakları.